4-5 ay önce Basitlik Kanunları adlı kitabı okumuştum. Kitabı tekrar elime alınca, sonunda ki John Meada’nın, basitliğin kanunları dışındaki bir anısını tekrar okudum, tekrar düşündüm. Şöyle başlıyor;
2 Şubat 2005
Benden yaşça büyük bir ahbabımı MIT havuzunda hemen her gün görüyordum. Emekli bir dil bilim öğretmeni olduğunu söylemişti bana.
Bugün, uzun bir aradan sonra onu soyunma odasında gördüm ve bir süredir üzerinde düşündüğüm bir konu olan “güvensizlik” hakkında kısa bir konuşmamız oldu.
“Güvensizlikle ilgili mesele şu ; eğer çok güvenirseniz büyüyemiyorsunuz, çünkü başarısızlık korkusuyla hareket edemez hale geliyorsunuz” dedim ona durduk yerde. “Öte yandan, hiç güvensizliğiniz yoksa o zaman da büyüyemiyorsunuz -çünkü o kadar kendinizi beğenmiş oluyorsunuz ki başarısızlıklarınızı görmüyorsunuz.”
“Her şeyde denge” diye yanıt verdi emekli profesör.
sonra şöyle bir varsayımda bulundum: “Ama eğer ortadaysanız, ortada olup olmadığınızı anlamak için kenarlara doğru kayıp biraz sallanmanız gerekir.”
“Bazen ortada kaybolabilirsiniz” dedi.
İkimizde sustuk ve ben eşyalarımı toplamayı bitirdim. Sonra ayakkabılarımı bağlarken ağzımdan şu çıkıverdi: “Akıl hocaları.”
Emekli profesör emin bir sesle, “Akıl hocalarına size cesaret vermeleri için ihtiyacınız var” dedi.
Kederli bir şekilde kaçamak bir yanıt verdim: “Ama yaşınız ilerledikçe bütün akıl hocaları çekip gidiyor.”
Emekli profesör durakladı, sonra yanıtı geldi: “Evet, çünkü artık onlara ihtiyacımız olmuyor.”
Elini sıktım ve şöyle dedim: “Ders için teşekkür ederim.”
Usta öğretmen çoraplarını ve ayakkabılarını giyerken gülümsedi; soyunma odasından çıkarken şunu düşündüm: “Egzersiz kalp için gerçekten faydalı.”
+1T Tasarım Günlerinde heyecanla beklediğim, benim için en önemli oturumdu. Tek endişem bir önceki tasarım günlerinde de Mark Porter’ı dinlemiş olmam ve aynı şeylerden bahsedeceğini düşünmemdi. İlk başlarda eski sunumuyla benzerlikler vardı fakat sunumun ortalarına doğru, bir önceki sunumu ile şimdiki sunumun farklılıklarından bahsettiğinde ve ilerleyen kısımlarda ulaşması kolay olmayan değerli bilgilerden bahsedince, tüm beklentilerimi karşıladı. (Kendisine katılmadığım bi’ iki nokta vardı ama ne haddime.)
Yayıncılık tasarımı ve dijital yayıncılık tasarımının ucundan bile tuttuysanız, izlemeniz gereken bir sunum. Ayrıca basılı kopya, dijital kopya, mobil kullanım ve sosyal medya ile ilgili güzel tespitler ve bilgiler de mevcut.
Mark Porter kimdir?
Mark Porter
Mark Porter, dünyanın önde gelen editoryal sanat yönetmenlerinden biridir. Londra’daki ofisinde uluslararası projelere dair geniş bir yelpazede tasarımlar gerçekleştirmektedir. Bunlar arasında, gazeteler, dergiler, web siteleri ve mobil uygulamalar yer alıyor.
Mark Porter, İskoçya’da doğdu. Yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi’nde dil üzerine yaptı.Yayıncılığa geçmeden önce Londra ve New York’un önde gelen sanat yönetmenleriyle çalıştı. 2005 yılında Kreatif Direktör olarak The Guardian Gazetesi’nin berliner formatına geçişinde tasarım ekibini yönetti. Büyük bir başarı elde eden gazetenin yeni tasarımı, çağdaş gazete tasarımında bir kilometre taşı olarak kabul edildi. Ardından tasarlanan internet sitesi ve mobil uygulamalar da aynı başarıyı gösterdi ve birçok kuruluş tarafından ödüllendirildi.
Yıllar boyu tasarım çevreleri tarafından büyük beğeniyle karşılanmış pek çok tasarım gerçekleştirdi. Bunlar arasında Wired (İngiltere), Colors (İtalya), Publico (Portekiz), Courrier International (Fransa), NZZ am Sonntag (İsviçre), Het Fianancieele Dagblad (Hollanda) ve Svenska Dagbladet (İsveç) sayılabilir.
Tasarım ekibinin yardımıyla dünyanın belli başlı tasarım ödüllerini kazandı. Bunlardan bazılar şöyle: SND, En İyi Tasarlanmış Gazete Ödülü, SPD’den Altın Madalya, D&AD Siyah Kalem Ödülü.
İyi tasarım yaratıcıdır.
İyi tasarım ürünü kullanışlı yapar.
İyi tasarım estetiktir.
İyi tasarım ürünü anlamamıza yardımcı olur.
İyi tasarım fazla öne çıkmaz.
İyi tasarım dürüsttür.
İyi tasarım dayanıklıdır.
İyi tasarım son detayına kadar uyumludur.
İyi tasarım çevrecidir.
İyi tasarım mümkün olduğunca az tasarımdır.
Dieter Rams, elektronik ev aletleri üreticisi Braun’un ürün tasarımcısıdır. 1955 yılında mimar olarak çalışmaya başladığı Braun’da 1961 yılında ürün tasarımı bölümünün başına geçmiştir. Rams 1950’lerde Almanya’daki işlevsel tasarım anlayışının kilit isimlerinden biri olmuştur. Tasarladığı ürünlerin temiz, basit ve akılcı oluşu bu anlayışın ispatıdır.
Ne zamandır, burada yeni şeyler söylemiyordum. Userspots‘un Temmuz Kullanılabilirlik Bülteni‘nden esinlenip, bari kendime not alayım kayıtlı dursun, daha önceden haberdar olmayan kişilerde belki haberdar olur dedim.
Yazı karakterleri için hazırlanan gelmiş geçmiş en ünlü ilan 1932 yılında, Eric Gill‘in bir arkadaşı (ve bazen sevgilisi) olan Beatrice Warde adlı bir kadın tarafından yazılmıştı; Warde 1920 ve 30’larda Monotype Corporation’ın yüzü ve sesi olmuştu.
Warde’un 1923 yılındaki bir parti sırasında çekilmiş anlamlı bir fotoğrafı var. Kasvetli takım elbiselerini giymiş, hepsi de kendilerinden -haklı olarak- gurur duyar gibi görünen otuz yazı insanı kuşatmış çevresini: Bu adamlar Amerika’nn harf dökümhanelerinin yönetimindeydiler ve Amerikan harflerinin görünümünden hep birlikte onlar sorumluydular. Ama hiçbiri Warde kadar kendinden emin görünmüyor, elbise giymiş, alaycı bir gülümsemeyle, ellerini kucağına koyup oturmuş olan tek kişi o, işlerin idaresinin onda olduğundan fazlasıyla emin. Daha yirmilerindeydi ama aşırı meşgul bir kadındı, sadece önemli grafik tasarımı dergisi The Fleuron’da yazı karakterleri hakkında uzun metinler yazmakla kalmıyor, aynı zamanda sarsıcı manifestolar yaratıyordu (genellikle Paul Beaujon takma adıyla yapıyordu bunu, çünkü tipografi topluluğunun bir kadının söylediklerine pek ilgi göstermeyeceğini düşünüyordu).
7 Ekim 1930 günü Beatrice Warde, Londra’da hemen Fleet Caddesi’nin arkasındaki St Bride Enstitüsü’ndeki İngiliz Tipograflar Loncası’nda bir konuşma yaptı. Warde bir Amerikalıydı ve iletişim dilinde ustaydı. Surrey’de, dizgi makineleri ve yazı karakterleri üreten öncü şirketlerden bri olan Monotype Corporation’da halkla ilişkiler yöneticisi olarak kendisine en uygun işi bulmuştu. En büyük başarısı esin kaynağı olmak, müşterilerine -matbaacı ve tasarımcılara- yaptıklarının sorumluluklarını ve ihtişamını hatırlatarak cesaret vermekti. “Benim asıl başarılı olduğum şey,” diyordu 1969’da ölmeden kısa bir süre önce, “bir topluluğun karşısına hiç hazırlanmadan çıkmak, sonra 50 dakika boyunca onları oldukları yere çivilemekti.”
Neden bu kadar kesin konuşuyordu? Çünkü kendi öğretisine, biraz deli gömleğine benzeyen o öğretiye sarsılmaz bir inancı vardı. Tersini söyleyerek övünse de, İngiliz tipograflarına yaptığı konuşmanın bir sürü hazırlık aşamasından geçtiği kesindi, başlığından bile belliydi bu: “Kristal Kupa, ya da Baskı Görünmez Olmalı.”
Sağlam kafalı bir kadından sağlam sözler (Albertus’la yazılmış). Ülkenin hemen her matbaasında Warde’un bu el ilanı bulunurdu.
Onun yalın ve sağlam kuramına göre en iyi yazı karakterleri sadece bir fikri iletmek üzere var olurdu. Farkedilmesi gerekmiyordu, beğenilmesi hiç gerekmiyordu. Bir okur bir sayfanın üzerindeki bir yazı karakterinin ya da mizanpajının farkına ne kadar varıyorsa, tipografi de o kadar kötü demekti. Onun şarap benzetmesi hoş ve olgundu, belki artık çok bayatlamış gibi gelebilir: kadeh ne kadar temiz ve saydam olursa, içeriği o kadar takdir edilir; bol çizgili E’nin bir kale kapısına benzediği o eski gotik yazı, yani gösterişli ve içini göstermeyen altın kadeh ona göre değildi.
Ayrıca okunaklılığı okunabilirlikten ayırt ederek önemli bir noktanın altını çizmişti. Daha büyük olan bir yazı karakteri ille de daha okunabilir olmaz, ama bir göz doktorunun sandalyesinde bakıldığında daha okunaklı olabilir. Bağıran konuşmacı daha çok işitilebilir: “Ama iyi bir konuşma sesi, ses olarak algılanmayan bir sestir. Bir kürsüden gelen bir sesin iniş çıkışlarını ve konuşma ritimlerini dinlemeye başladığınız an uyuyakalmak üzere olduğunuzu çok iyi bilirsiniz.”
Baskı da öyledir. “En önemli şey,” diyordu Warde, “onun düşünce, fikir ve görüntüleri bir akıldan başka akıllara aktarmasıdır. Tipografi biliminin bir ön kapısı varsa, budur işte.”
Bir kitapta tipografın yaptığı işin bir odanın içindek, okurla “yazarın sözcüklerinden oluşan manzara” arasında bir pencere açmak olduğunu söylüyordu. “Tipografın yaptığı pencere çok güzel bir vitrayla süslenmiş olabilir, ama pencere olarak işe yaramaz; yani seyredilecek türden, gotik metin gibi zenginliğiyle göz kamaştırıp seyredilen, ama ötesini göstermeyen bir yazı kullanılabilir. Ya da benim saydam ya da görünmez tipografi dediğim şeyle çalışabilir. Evde bir kitabım var, tipografisi gelmiyor gözümün önüne; onu düşündüğüm zaman gözlerimin önüne sadece Paris sokaklarında dolanan Üç Silahşörler ve arkadaşları geliyor.”
Alkışlar arasında yerine dönen Warde’un sözlerini tereddütsüz kabul edebiliriz. Kümse okuması güç olan ya da gözü rahatsız eden bir kitap istemez. Ama onun seksen yaşına varmış bakış açısı artık sınırlayıcı görünüyor, kuramları da gösterişli olanı engellerken ilginç ya da deneysel olanı cesaretlendirmiyor. Warde yeni sanat hareketlerinin geleneksel tipografi değerleri üzerindeki etkilerinden ürkmüş olabilir; eğer böyle olduysa, bu bir tür ksenofobi sayılır. Yazı karakterinin kendisinin de bir mesaj olabileceği fikrini reddetmek (onun heycanlı ve çekici olabileceğini reddetmek) heyecanı ve ilerlemeyi boğmak demektir. Warde’un bu katı görüşü çoktandır terk edilmiş durumda ve artık bir yazı karakteri seçer ya da beğenirken en önemli sorular şunlar oldular: Ona biçilen role uyuyor mu? Mesajını aktarabiliyor mu? Dünyanın güzelliğine bir şey katıyor mu?
“Tam Benim Tipim” Adlı kitaptan alıntı. Tipografiye biraz ilginiz varsa muhakkak okumalısınız.
Burda yazanların bir kısmı web için geçerli olsa da ağırlıklı olarak baskı, grafik tasarım üzerineydi peki web sitelerini nasıl daha okunaklı/okunabilir yapabiliriz? Genel şeylerin dışında uzun bir yazı konusu ama sizin kısaca fikirleriniz, çalışmalarınız varsa kısaca yorum kısmından veya Twitter üzerinden muhakkak öğrenmek isterim.
Web Tipografisi üzerine 2 araç ; Typecast: Ücretli bir servis, deneme sürümü ile kısa bir süre kullanabilirsiniz. Golden Ratio Typography Calculator
Yahudi gelinlerinin düğün öncesi mikveye hazırlanışını anlatır şarkı. Mikvede gelin suya girer, dualarla yıkanır ve sonrasında çiçek kokuları sürünüp giyinir elbisesini. Geline bu sırada ailenin kadınları eşlik eder, gelinin ve damadın annesi dualarla övülür. Sadece kadınların katıldığı düğün mikvesinde çeşit çeşit yemeğin yanında tatlılar ikram edilir, şarkılar söylenip eğlenilir. ayrıca yedi gün süren özel düğün eğlencelerinde de baş tacı şarkıdır.
Şarkıda gelin pek nazik bir deniz kızına benzetilir. denizden çıkıp günü aydınlatan gelin sarı giysiler içindedir. Eşinin yanına varır ve kırmızı elbisesiyle birlikte katılırlar kutlamalara. Gelinin beyazlığından, saflığından, temizliğinden ve yakın zamanda anne olacağından bahsedilir. İyi ailenin ak güvercinidir, ailesini hep mutlu etmiştir gelin. Deniz kıyısında, nehir kenarında, ayva ve tarçın ağaçlarının çiçek açtığı memlekette beyaz ve pembeler içindedir gelin. Ruhu temizdir, parlaktır.
Flütü, Pan’a getirip çaldırmışlar… Sonra bir de peri koymuşlar suyun başına. “Söyle.” demişler. Sazın hakkını vere vere, hiçbirinin üzerine basmadan, güzel güzel söylemiş peri kızı. Önce fısıldar gibi çıkmış sesi, sonra güçlendikçe güçlenmiş.
Gerçek gibi dokunmuş yüreğimizin ortasına. Ağlamakla gülmek arası bir his hasıl olmuş bedenimize. Gözümüzden akanın mutluluktan mı, hüzünden mi olduğunu bilememişiz.
Dans edesimiz gelmiş ama… Saçlarını örüp bir güzelin, parmaklarımızın ucunda ağır ağır dolanmak istemişiz. Papatyalar varmış. Papatyalar güzelmiş ve inanın, katırtırnakları da.
*Mikve: Yahudi gelinlerin düğünden önce girdikleri havuz ve yaptıkları banyonun adı. Dualarla temizlenip suyla doldurulur havuz. düğünden önce gelin ruhani temizlik için girer buraya. Ayrıntılı bilgi: http://en.wikipedia.org/wiki/Mikveh
Çok sms kullanan birisi değilim. Bir işim olduğunda veya öylesine merhaba demek için bile telefonumun arama özelliğini kullanıyorum. SMS paketi kullanmadığım için, birisine aç kapa işleminde, bi’ kaç kelime söyleyip kapatmam sms’den daha ucuza geliyor. Hal böyle olunca olmadık zamanda aramak istemiyor insan.
Kısaca Saywhat, her iki tarafın da yüklemesi durumunda birini ararken hangi amaçla aradığınızı, çağrının önem derecesini, iş mi eğlence için mi olduğunu, konuşacağınız konunun özünü karşı tarafın ekranına yansıtmanızı sağlıyor. Hatta karşı tarafa seçenekler de sunabiliyorsunuz.
Uygulamaya buradan, tanıtım videosuna ise aşağıdan ulaşabilirsiniz.
WordPress.com istatistik yardımcısı bu blog için bir 2012 yıllık raporu hazırladı.
İşte bir alıntı:
600 kişi 2012 yılında Everest dağın tepesine ulaştı. Bu blog 2012 içinde yaklaşık 3.000 kez görüntülendi. Everest dağın tepesine ulaşmış her kişi bu blogu görüntüleseydi, bu kadar çok hit alması 5 yıl sürerdi.
“Ne tür bir tasarımcı olduğunu söyleyebilir misin?”.
“Tasarımlarım görsel olarak çarpıcıdır. İnsanların etkileyici olduğunu düşündüğü arayüzler tasarlarım.” mı?
“Tasarımlarım son teknolojiyi kullanır. İnsanların mükemmel olduğunu düşündüğü arayüzler tasarlarım.” mı?
Bir çırpıda okuduğum 30 sayfalık bir öyküyü paylaşmak istedim sadece. Okumadan önce kendi içimde çeliştiğim bazı noktalar vardı. “Kullanıcı deneyimini nasıl daha öne çıkarabilirim?” , “Bir iş yapıyoruz fakat, o işin sahibi o ürünü kullanacak mı? Kullanmayacaksa ve yanlış olduğunu bildiğimiz durumları, kısımları neden onun istedeği gibi yapıyoruz?” tarzı soruları soruyordum, cevaplar arıyordum. Gerçi okuduktan sonrada çok bi’şey değişmedi ama bu öyküyü tasarımcıların dışında iş analistleri, yazılımcılar, yöneticiler, programcılar okursa, bazı yerlerde belki bi’şeylerin değişeceğini umarak paylaştım.